26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bugün Cumhuriyet gazetesinde ABD, Ukrayna ve Rusya ilişkileri özelinde dünyadaki gelişmeleri değerlendirdi.
Başbuğ yazısında, “dünya artık ikinci ‘Soğuk Savaş’ dönemine girmiştir” tespitinde bulunurken, “Kim ne derse desin, dünya iyi bir noktaya gitmiyor” ifadelerini kullandı.
İlker Başbuğ’un yazısından öne çıkan bölümler şu şekilde:
Her anlamda dünya artık ikinci “Soğuk Savaş” dönemine girmiştir. Bazılarına göre bugün Rusya Avrupa için saatli bombaya dönüşmektedir. Halbuki 1989’da Soğuk Savaş’tan çıkılırken Rusya’nın dünyada bambaşka bir rol üstlenmesi, demokratikleşmesi ve kalkınması bekleniyordu. Ne yazık ki bu fırsat kaçırıldı. Bu sorumluluk kime aittir? Elbette sorumluluk ABD’ye aittir. Amerika 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da ve Japonya’da oynadığı rolü, 1989 yılı sonrasında oynayamadı. ABD, Gorbaçov’un istediği gibi bu büyük ülkenin yeniden inşa edilmesine ve demokratikleşmesine destek verebilirdi.
Buna karşın ABD büyük hatalar yaptı. Rusya’nın Batı’dan uzaklaşması ABD Başkanı Clinton’ın NATO’nun genişlemesi kararını almasıyla başladı. Boris Yeltsin Batı ile olan ilişkileri geliştirmeye çalışıyordu. Hatta o günlerde Rusya’nın da gelecekte NATO üyesi olabileceği bile gündemdeydi Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan 12 Mart 1999’da NATO üyesi oldular. Rusya’nın o günkü şartlarda bu olaya ciddi tepkisi olmadı. Putin bu olaydan kısa bir süre sonra; 9 Ağustos 1999’da Rusya’da başbakan oldu.
IRAK MÜDAHALESİ
Rusya’yı yalnızlığa ve Çin’e karşı iten asıl gelişmeler ise George W. Bush döneminde yaşandı. Amerika’nın 2003 yılında Irak’a haksız şekilde müdahale etmesine maalesef Rusya dahil hiçbir ülke karşı çıkamadı. Bunun sonucu, Amerika’nın kendisine aşırı güven duyması ve Amerika’nın kendisini dünyadaki tek süper güç olarak görmesi oldu.
2007 yılında Amerika’nın 1972 Sovyet-Amerika arasındaki Antibalistik Füze Antlaşması’ndan tek taraflı olarak çıktığını açıklaması iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. Rusya Devlet Başkanı Putin, buna şiddetle tepki gösterdi.
Ancak ABD Başkanı Bush durmak bilmiyordu. 3 Nisan 2008’de Batı Avrupalı NATO üyesi ülkelerin karşı çıkmasına rağmen Bush, Gürcistan ile Ukrayna’yı NATO’ya davet ettiğini açıkladı. Bu bardağı taşıran olay oldu. Putin karşılık olarak Gürcistan’a müdahale etti. Daha da önemlisi Rusya giderek artan bir hızla Çin’e yaklaşıyordu.
2013’te Ukrayna’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini, Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç kazandı. Ancak, ülkede olaylar başladı. Çıkan kaos üzerine Yanukoviç ülkesinden ayrıldı. İktidara Batı yanlısı bir rejim geldi. Bunun üzerine de Rusya Ukrayna’ya müdahale etti. Müdahale 18 Mart 2014’te Rusya’nın kabul edilemeyecek bir şekilde Kırım’ı ilhak etmesiyle sonuçlandı. Ukrayna sorunu burada durmadı. Ukrayna’nın NATO üyeliği tekrar gündeme geldi. Bunun Ukrayna’ya faturası çok ağır oldu. Putin Ukrayna’nın askerden ve Nazizmden arındırılması amacıyla; 24 Şubat 2002’de Ukrayna’yı işgal etmek üzere “özel bir askeri operasyonu” başlattı. Ukrayna’da bir insanlık trajedisinin yaşanması böylece başlamıştı.
Amerika’nın Ukrayna’nın NATO üyeliği yaklaşımıyla, Putin’e açık bir koz verdiği açıktır. Buna rağmen, elbette Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkışmış olması hiçbir şekilde savunulamaz. Amerika’nın özellikle Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO üyeliğine taşıyacak, NATO’nun genişletilmesi projesiyle büyük bir hata yaptığı ileri sürülebilir.
Zaten; Amerika’nın Ağustos 2021’de Afganistan’dan adeta kaçar gibi ayrılışı, Amerika’nın uluslararası ilişkilerdeki siyasi ve askeri görünüşüne ve algısına büyük bir darbe vurmuştu.
24 Şubat 2002’de başlayan Rusya-Ukrayna savaşının nasıl sonuçlanacağını bugün söyleyebilmek zordur. Ancak, aleyhte bir sonuç Amerika’nın kendisinin dünyada tek süper güç olduğu iddiasını yerle bir edebilir.
Amerika, Yeltsin dönemindeki Rusya-Amerika ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik davranışlar içinde olsaydı, Rusya belki de Çin’e bu kadar yakınlaşmazdı. Amerika da Çin ile olan sorunlarına daha güçlü olarak odaklanabilirdi. Bu ihtimali kabul etmeyenlere şunu hatırlatmak yararlı olur. Çin lideri Mao, Sovyet lideri Kruşçev’den atom bombasına sahip olmak için yardım istediğinde, Kruşçev evet demişti. Ancak, bunun Amerikalılarla yapılacak nükleer silahların çoğaltılması çalışmasına zarar vereceği endişesiyle, Kruşçev 1958’de geri adım atarak Mao’ya hayır demişti. Çin de kendi başına gerçekleştirdiği atom bombasını ancak 16 Ekim 1964’te deneyebilmişti.
Bugün dünya nereye gidiyor? Quo Vadis?
Bazı kaynaklara göre; Rusya 3-5 yılda gayri safi yurtiçi hasılanın (GDP) yüzde 7.1’ini savunmaya ayırmıştır. Bunun sonucu ise gelecek 10 yıl içinde NATO’nun çok güçlü bir Rus silahlı kuvvetleri ile karşı karşıya kalabilme olasılığıdır.
SAVUNMA HARCAMALARI
NATO ülkelerinin gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 2’sini savunma harcamalarına ayırması istenilmektedir. Geçen sene on ülke bu hedefi gerçekleştirdi. Savunma harcamalarında ilk üç ülke şöyle sıralanmaktadır: Polonya yüzde 4, ABD yüzde 3.5 ve Yunanistan yüzde 3. Türkiye’nin savunma harcaması ise yüzde 1.5’in altındadır. Bu konuda ilginç olan; NATO’nun Avrupalı 28 ülkesinin toplam savunma harcamalarının yaklaşık 380 milyar dolar olacağıdır. Bu rakam Rusya’nın savunma harcamaları ile neredeyse eşittir. Şimdi Rusya’nın GDP’nin yüzde 7.1’ini savunmaya ayırmasından endişe edebilenler olduğu gibi sevinenler de olabilir.
Tarih şunu göstermektedir: Bir büyük gücün ekonomik yükselişi ve çöküşü ile, önemli bir askeri güç olarak gelişimi arasında bir bağlantı vardır. Geniş çaplı bir askeri yapının desteklenebilmesi için, ekonomik kaynaklar gereklidir. Ekonomik çıkarların savunulması için de askeri güce ihtiyaç vardır. İşte burada, ekonomik güç ile askeri güç arasındaki dengenin korunması önemlidir. Aksi takdirde, ekonominin taşıyamayacağı büyüklükte bir askeri gücün oluşturulması ve korunmasının bedeli ağır olabilir. Putin’in bunları hesapladığı kabul edilmelidir. Ancak ortada bir sorun vardır:
Putin fırsatlar oluştuğunda; NATO antlaşmasının NATO üyesi ülkeye yapılacak bir saldırının, bütün NATO üyelerine yapılan bir saldırı olarak kabul edilmesini öngören, meşhur 5. maddeyi test etmek ister mi?
Kim ne derse desin, dünya iyi bir noktaya gitmiyor. Bu gidişatı değiştirebilecek politikalar ve davranışlar içine girilebilmesi için acaba çok mu geç?